Padişahlar gizli içerdi, ben açık içiyorum!
'Moda koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz
gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası ******'ün
çok hoşuna gitmişti.
****** bize:
- "Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi
kendimize rahat bir şekilde yeyip içelim. Mehtap da hazır" dedi.
Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız
sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük. ****** sarıldığımızı görünce:
- "Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın" dedi.
Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde ******'ün
heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin
ortasında bir alkış sesi yükseldi. Bizim orada olduğumuzu öğrenen başka
sandallar da kafileye katıldılar.
******, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi
konuklarıymış gibi sormaya başladı:
- "Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?"
Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeye başladı:
- "Paşam seni isteriz."
Görülecek manzaraydı bu. ****** bir ara eliyle beni çağırdı:
- "Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak"
dedi.
Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım.
Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman ******, karşısında coşan, sevgi
gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:
- "Vatandaşlarım... Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli
içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz.
Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım."
(******'ün Uşağı Cemal Granda Anlatıyor / Kristal Kitaplar)
******’ün Muhteşem Sabrı
Yüce Önder ******’ün aslında rakı tiryakisi olmasına rağmen zaman zaman
diğer içkileri de tercih etmesi, bir bakıma çağdaş eğlence tarzını
benimsemesinden kaynaklanır. Zaten bu nedenle Cumhuriyet’in ilanıyla
birlikte çağdaş yaşam ve eğlence tarzlarının temelleri atılır. Böylece
eğlence hayatında yeniden yapılanma, eğlence yerlerinin bazılarında da
kimlik değişimi yaşanmaya başlar.
1926 ile 1932 yılları arasında İstanbul yüksek sosyetesinin en beğendiği
çağdaş gece kulüplerinden biri de, hiç kuşkusuz ki Madam Vera’ın eşi
ile birlikte işlettiği “Rose Nuar” adlı gece kulübüydü. Madam Vera çok
çekici ve insanlarla kolay dostluk kurmasını bilen şuh bir kadındı.
Kendisi Mütareke yıllarında İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar’dan biriydi.
Rusya’dan gelenlerin çoğu bir süre sonra başka ülkelere göç ettikleri
halde, Vera İstanbul’dan ayrılmamış, kurduğu gece kulübünü yaşatabilmek
için büyük bir mücadeleye girmişti.******, zaman zaman yakın
arkadaşlarıyla birlikte Madam Vera’nın kulübüne uğrar, müzik ve varyete
eşliğinde rakısını yudumlardı. Bir seferinde Madam Vera’nın işlerinin
iyi gitmediğini öğrenir. Sebebi mekânın küçük olması ve sahne
masraflarının da oldukça yüklü olmasıdır. Kulübü yaşatabilmek için
krediye, yardıma ihtiyacı vardır. ******, Madam Vera’yı masasına davet
eder ve dertlerini dinler. Madam Vera sözünü tamamladığı zaman, “Niçin
bankaya başvurmuyorsunuz” diye sorar. O da, “Başvurdum Gazi Hazretleri,
fakat bizim işimizi bankalar hafife alıyor ve kredi açmak istemiyorlar.
Oysaki bize verilecek kredinin geniş bir karşılığı var. Ama
nazlanıyorlar” der. ****** bir kâğıt kalem ister ve İş Bankası’na bir
not yazarak söz konusu kulübe on beş bin liralık kredi açılmasını
buyurur. ******’ün çağdaş eğlence tarzının ülkemizde yaygınlaşabilmesi
için ne kadar istekli ve kararlı olduğu Madam Vera’ya gösterdiği bu
yakın ilgiden kolayca anlaşılır. Kendisinin muhteşem sabrına gelince.
****** çağdaş eğlence tarzını severdi ama, içki sofrasında fazla
konuşulmasını pek sevmezdi. Masasına da çok özel insanları davet ederdi.
Bunları söyleyen zatı, 1980’li yılların başlarında Pera Palas’ın
efsanevi “Orient” barında tanıdım. Söz konusu barın yöneticisiydim o
günlerde. Mümtaz konuğum 80 yaşını aşkın tonton bir ihtiyardı ve Pera
Palas’ın en kıdemli müdavimlerinden biriydi. Aynı zamanda da kendisi çok
münevver bir rakı tiryakisiydi. Hemen her akşam bara gelir, genellikle
de ******’le ilgili konuları seçerdi hep.
Pera Palas’ın balo salonunda büyük bir kuruluşun yıldönümü daveti
vardır. ******, şeref misafiri olarak kendisine ayrılan yerde
otururken, rakısını da sakince yudumlamaktadır. Ancak, hemen yan
tarafında oturan kuruluşun genel müdürü, sürekli olarak “Ben başkan
olarak kısa vadede şöyle projeleri hayata geçireceğim, orta ve uzun
vadede de böyle projeleri uygulamaya koyacağım. Ben başkan olarak
kuruluşumuzu ilk on yılda şuralara, ikinci on yılda buralara
getireceğim. Ben başkan olarak…” der durur. ****** çok sıkılmıştır ama
sabırla dinler başkanı. Bu arada şef garson gelerek elinde değişik türde
balıkların bulunduğu fayansla masaya yaklaşır ve ******’e, “Efendim,
size hangi balığı hazırlamamı istersiniz?” diye sorar. ******, balık
fayansını yaklaştırmasını söyler şef garsona ve fayanstaki balıklardan
birinin kuyruğunu tutup koklar. Bunu gören başkan, “Efendim, balık
kokarsa baştan kokar, siz kuyruğunu kokluyorsunuz” der. ****** gayet
sakince, “Efendi, ben sayenizde her şeyin baştan koktuğunu öğrenmiş
bulunuyorum. Onun için de bu kokuşmuşluğun kuyruğa kadar sirayet edip
etmediğini kontrol ediyorum” der. Daha sonra da sertçe, “Teminden beri
sözünü ettiğiniz o kısa, orta ve uzun vadedeki işletme projelerinizi
yarın sabah saat dokuzda masamın üzerinde görmek istiyorum” der ve şef
garsona balık siparişini verir. Böylece, başkan gecenin sonuna kadar bir
daha ******’ü rahatsız edemez.
****** ve Neyzen Tevfik
****** Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet
etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş Neyzen.. Ardından sormuş ******..
- Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?
Neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.
- Ne kadar içersiniz ?
- İki tane kiloluk rakı içerim.
Ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü
korkutmak istemiştir.
- Nasıl içersiniz ?
- Canım ne isterse; susuz, mezesiz.
Neyzen:
- Ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.
Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk
rakıyı neyzen kaseye boşaltıyor. Başını sokup lıkır lıkır içecek
zannediyorlar. Fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek
ve irice bir kaşık geliyor. Neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki
rakının içine bastırıyo. Lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık
yanaşıyor.
Yine anlatılanlara göre, Ata:
- Pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış,
ayrılırken de saygılarını sunmuştur. Yine rivayete göre Ata öldükten
sonra Neyzen, evinden haftalarca çıkmamış.
Paşadan gizli rakı yerine su içince...
Çankaya Köşkü'nde hemen her akşam kurulan sofra devletin idare salonu
gibiydi. Şükrü Saraçoğlu ile Gazi'nin arasında epey mesafe vardı. Bu
mesafe ilginç bir durumu da gizliyordu. Şükrü'nün gençliğinden beri
içkiyle arası yoktu. Ama Gazi'nin sofrasında itiraz etmenin imkânı
yoktu. Mustafa Kemal, muhakkak içki teklif ediyordu. Şükrü bu duruma
pratik bir çözüm bulmuştu. Garsonlara rakı yerine her iki bardağına da
su koymasını istemişti. Böylece sek rakı niyetine suyu yudumluyordu.
Gazi durumun farkında değildi. Şükrü de bu durumdan rahatlayarak, suyu
rakı niyetine bardak bardak devirmeye başladı. Ne zaman sonra Gazi'nin
seslenmesiyle sofradaki herkes başını Şükrü'ye çevirdi.
- Saraç saat kaça geldi? Şükrü bu soruya şaşırmıştı. Saatine bakıp cevap
verdi.
- On biri çeyrek geçiyor paşam.
- Peki beni atlatma saati geldi mi dersin?
Şükrü başına geleni anlamıştı. Gazi bu küçük hilenin farkına varmış
kendine özgü üslubuyla Şükrü'ye laf atıyordu. Şükrü hemen bulunduğu
yerden kalkarak Gazi'nin yanına geldi. Garsonların getirdiği bir
sandalyeyle yanına oturdu. Muzip bir çocuk gibi yüzünde hafif bir
gülümsemeyle;
- Afederseniz paşam, dedi.
Gazi kolundaki saati çıkarmaya başladı. Oldukça pahalı olan Vaşara
Konstantin marka saatini kolundan çıkarıp Şükrü'ye doğru uzattı.
- Al tak bakalım. Bundan böyle beni atlatma saatini kaçırmazsın!...
Şükrü iyice şaşkındı. Saati heyecanla koluna taktı. Mustafa Kemal Paşa
bir yandan gözünün ucuyla ona bakarken bir yandan da kahkahalarla
gülmemek için kendini zor tutuyordu.
- Evet şimdi sen de vaziyeti telafi et bakalım. Garsona işaret etti.
- Saraç'a bir rakı doldur çocuk.
(Gürkan Hacir, "Efe Başvekil, Şükrü Saraçoğlu'nun Romanı")
Kemal, hayat kuru bir kestanedir
Samet Ağaoğlu’nun “Babamın Arkadaşları” isimli kitabında ******’ün,
Selanik’te subayken başından geçen bir olay anlatılır.
“İkisinin de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar.
Yalnız birer rakı ısmarlayabiliyorlar. Meze için paraları yok. Etraftaki
masalarda bol bol yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru
kestaneci giriyor. ****** arkadaşına paran varsa kestane alarak meze
yapalım diyor. O ceplerini karıştırıyor, on para buluyor. Aldıkları
kestanelerden birisini ****** ısırmak istiyor. Fakat kuru meyve o kadar
sert ki muvaffak olamıyor ve arkadaşına hayat nedir diye soruyor.
Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, ‘Kemal, hayat şimdi kuru bir
kestanedir’ cevabını veriyor.”
******’e bu cevabı veren arkadaşı, İttihat ve Terakki döneminin “Milli
Hatip”i Ömer Naci’dir. Ömer Naci, İttihat ve Terakki içinde de halk
arasında da heyecanı ve gözünü budaktan sakınmayan samimi yurtseverliği
ile sevilen bir şahıstı. ****** ile olan dostluğu daha Manastır’daki
öğrencilik yıllarından başlar. ******'e edebiyatı sevdiren kişi de
odur. 1916 yılında İran Azerbaycan’ın da kurduğu milis kuvvetleriyle Rus
ve İngiliz birliklerine karşı savaşan Ömer Naci, Kerkük’te tifüsten
öldü.
Ata'nın sofrasında kurallar
Vatan kurtulduktan, ülke bir düzene kavuştuktan sonra ****** rakı
içmeye başlar. Ancak hiçbir zaman bağımlı olduğu söylenemez. Bu durumuna
ispat olarak Nutuk’un yazıldığı süre boyunca içki içmemesi de
gösterilebilir. Sarhoşluktan hoşlanmayan, sarhoş olanları kibarca
uyararak sofradan uzaklaştıran, hatta bir keresinde sofrayı kendisi terk
eden ******’ün sofrasında rakının saati ve usulü bellidir.
****** döneminde Özel Kalem Müdürü ve daha sonra Cumhurbaşkanı Genel
Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre ****** gündüz
içilmesine ve vazife başındayken içilmesine, siyasi ve önemli konular
hakkında konuşulacağı, kararlar alınacağı durumlarda içilmesine
kesinlikle karşıdır. Sofrada uzun süre oturur, ancak fazla içmez. (Bkz.
******ten Anılar, YKY) Sofrada her şey konuşulur ancak dedikodu
yapılmaz. Sofra’da çatal-bıçak, tabaklar, örtüler düzenli olmalıdır.
(******’ün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını)
İzmir rakıyla daha güzel
Rakının hayal dünyasını hareketlendirdiğini iyi bilen Mustafa Kemal’in,
Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’nin ağır disiplin ve gerçekçilik
gerektiren şartlarında içkiden uzak durduğu yakın çevresinin defalarca
zikrettiği bir konudur. ****** hakkındaki eserlerde bu dönemde içki
içildiğine dair bir veriye rastlayamıyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın
bitişinde, İzmir’in kurtuluşundan sonra ******’ün rakı içtiğini
görüyoruz.
Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre Başkumandan ******, yanında
subaylar olmadan, tek başına şehri gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli
Kramer’e gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek
başına gördükleri Mustafa Kemal’i başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını
söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca, ortalığı bir telaş
alıyor ve hemen ******’e yer buluyorlar. ****** rakısını söylüyor.
Sonra yanındaki şefe soruyor:
- Kral Konstantin, bu otele gelip rakı içti mi?
- Hayır Paşa efendimiz.
- Öyleyse İzmir’i niye almak istemiş ki?
Görüleceği gibi rakı ******’ün gözünde de kendi başına bir güzellik
değil, bulunduğu mekanı da güzel kılan bir içkidir.
İnsanın şair olası geliyor
******’ün rakıyla tanışması dönemin ünlü yazarı Falih Rıfkı Atay’ın
Çankaya isimli eserinde aşağıdaki şekilde anlatılır:
“Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi.
İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan
başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad'la (Cebesoy) beraber
Büyükada'ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde
geceleyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira,
ekmek ve yemiş almış ve beraber çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir
şişe birayı bitirince:
- Şimdi ne yapacağım? demiş.
İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak
üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:
- Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu... İnsanın şair de olası geliyor.”
Görüleceği gibi Harbiye Öğrencisi Mustafa Kemal, rakıyla daha ilk
tanışmasında bu içkinin hoşluğunu teslim etmiş, etkisini anlamış ve o
günden sonra en çok tercih edeceği içkiyi keşfetmiştir.
Su mu Rakı mı ?
******'ün En sevdiği hikayelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada
başkasına anlattırır, hep gülermiş.
Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere
Sormuş :
"Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı.
Hangisini içer?" Cevabı kendi veriyor: "Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliğinden."
****** bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.
Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk
çalışıyor. ****** el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşeğin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su.
Hangisini İçer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki
Muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri...Esas
vaziyetine geçiyor :
"Rakıyı kumandanım!"
****** kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor.
"Aman beyler! Neden diye sormayın
Be Hey Dürzü
Ne ararsın TANRI ile aramda!...
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda
Başı açığa niye türban sorarsın?
Rakı, şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye,
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp ATATÜRK'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet
İşgaldeki hali sakın unutma.
ATATÜRK'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma
Baban kimdi bilemezdin şrfsiz.